TARİH VE ARAŞTIRMA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TARİH VE ARAŞTIRMA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17.3.24

Ekmek Tarihçesi

 


  
RESİM ALINTI SN.BİLHAN AKKAYA'nın
Merhum babası. MEHMET USTA
ALLAHTAN RAHMET DİLERİM,
MEKANI CENNET OLSUN 




EKMEĞİN TARİHİ

Hazırlayan: Bilhan Akkaya 

Sn.Bilhan Akkaya


Sponsor HİSAR 


Ekmeğin tarihi kuşkusuz yabani buğday ve arpanın tarihi ile başlar. Buğday günümüzde dünya nüfusunun yüzde 35’nin geçim kaynağıdır. Kenneth F.Kıple’nin Gezgin Şöleni Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkmış olan Gezgin Şöleni kitabında buğdayın kökeninin yabani ataları kızıl buğday

ve gemik olduğundan söz ediyor ve insanlarca ilk kez güneybatı Asya’da kullanıldığını söylüyor. Burada yabani tahıl hasat eden Natufi yani Neolitik dönem öncesi yiyecek arayıcılarına ait alanlarda, ocaklar, öğütme taşları ve hatta yiyecek depolama çukurları olduğunu sözlerine ekliyor.

Günümüzden yaklaşık 2.5 milyon yıl öncesine doğru bir yolculuğa çıktığımızda Prehistorik/ tarih öncesi çağlara ulaşırız. Bu çağların sınıflandırılmasında Taş Devri adını verdiğimiz dönem 2.5 milyon yıl öncesinden, M.Ö. 5500 yılına kadar sürer. Taş Devri, Eski Taş Çağı genel adı ile anılan

Yontma Taş devri diye isimlendirilmiş Paleolitik Çağ’dır. İşte bu dönem 2.5 milyon yıl öncesinden M.Ö.12000 yıl öncesine kadar uzanır. İnsanoğlu bu uzun süreçte doğanın güç koşulları içinde gelişimini sürdürürken önce etobur bir yaşam sürdü. Yabani hayvan avcılığından sağladığı besinler temel besin kaynaklarıydı. Avcılık konusunda çaresiz kaldığı dönemlerde ise besin kaynakları meyveler ve bitki kökleri oldu. Paleolitik çağın son dönemlerinde, dünya iklimi yumuşamaya baladı.

Buzullar eridi. Yine avcılık devam ediyor, balıkçılıkla da çeşitleniyordu. Bu iklim koşullarının iyileşmesi bazı bölgelerde yabani buğday ve arpa oluşumu için ortam

yaratmıştı. Afrika’nın doğusu, Yukarı Mezopotamya, İran ve Batı Asya ‘da böyle bir ılıman koşul vardı.

Havanın ılıman bir hal alması ile birlikte temel besin olan

av hayvanlarının yakalanıp, pişirilip yenmesi ve sonra yine aynı çarkın dönmesi sıkıntılar yaratmaya başladı. Bu da beraberinde hayvan yetiştiriciliğinin ilk adımlarının atılmasını getirdi. Artık o dönemlerde hayvanlar yakalanmaya, çitlerle çevrili bölgelerde tutulmaya başladı. Bu süreçte hayvanları çiftleşmesi ve yavrulaması yeni et stoklarının doğmasını getirdi. Böylece çoban toplulukları adı verilen gruplar doğdu. Süreç böyle devam ederken hayvancılık beraberinde M.Ö. 9000-5500 yıllarını kapsayan Neolitik Çağ adını da verdiğimiz Cilalı Taş Devri, tarımın ilk adımlarının atıldığı dönemi kapsar. Yabani buğday M.Ö. 9000 yılları öncesinde küçük kızıl buğday ve gemik(bir çeşit buğday), bir biçimde ehlileşirken, Şeria vadisinde Ceriko’da ve Şam’ın hemen güneydoğusuna düşen Tell Esved’de ekilip biçilmeye başlandı. Bu beraberinde tarım ekonomisinin doğmasının temelini oluşturdu. Ve buğday birkaç kuşak içinde ehlileşti. Bu süreçte tek bir avcı toplayıcının geçimi için 2000 dönümlük tarlaya gerek vardı. Halbuki günümüzde böyle bir alandan 5000 kişinin ihtiyacı karşılanabiliyor.



Artun Ünsal, Nimet Geldi Ekine kitabında özellikle Anadolu’da Diyarbakır Çayırönü(M.Ö.7000),

Konya Çatalhöyük (M.Ö. 6800-5700), Burdur Hacılar (M.Ö. 6750-6500) kazılarında ortaya çıkan

kömürleşmiş buğday taneleri, hayvan boynuzuna çakmak taşı kaktırılmış oraklar, öğütme taşları ve

hububat saklama çukurlarına dikkat çeker.


HATAY TANDIR EKMEKLERİ



AYHAN USTA NOTU;
Ekmek, insan eli tarafından yaratılan en eski gıda maddelerinden biridir. Tarihinin 30.000 yıl öncesine dayandığı tahmin ediliyor. En eski ekmekler, tahıl ve su kullanılarak yapılmıştır. İlk ekilen ve üretilen tahılların arpa ve buğday olması, erken dönem ekmeklerin bu tahıllardan elde edildiği görüşünü destekler. Söz konusu ilk ekmekler kabarmayan, yassı ekmekler olarak ortaya çıkmıştır. Bu ilk ekmeklerin torunları arasında, bugün yediğimiz lavaşlar, Meksika tortillası ve Hint mutfağında nan olarak adlandırılan ekmekler sayılabilir.

Mayalı ekmeğin de yine tarih öncesi çağlarda bulunduğu düşünülür, ancak mayalı ekmekle ilgili ilk kesin kanıtlar Mısır'da ortaya çıkmıştır. Burada da yine, arpa ve buğdaydan yapılmış ekmeklerin kullanıldığı, yassı ekmeğin yaygın olduğuna yönelik kanıtlar vardır. Mayalı ekmeğin ise tesadüfen, bekleyen ekmek hamurunun kabardığının gözlenmesi sonucu keşfedildiğine inanılır.

Mayalanma tekniğinin keşfedilmesinin ardından insanlar, aynı süreci her gün tekrarlamak yerine, bir gün önceki hamurdan bir parça ayırıp saklama ve bu parçayı ertesi günkü ekmeği mayalamak için kullanma yöntemini bulmuştur ve bu yöntem, günümüzde de kullanılan sour-dough tekniğinin başlangıcı olmuştur.

Tahılları öğütme tekniğinin ilk hali ise Romalılar tarafından icat edilmiştir. Bu teknikte tahıllar, iki taşın arasında ezilerek öğütülmüştür. 18. yüzyılda ise İsviçreli bir değirmenci, öğütme mekanizmasını basitleştiren bir yöntem ile beyaz unun büyük miktarlarda üretilmesini sağlayacak bir sistem geliştirmiştir.
Ancak söz konusu yöntem geliştirilmeden önce, yüzyıllar boyu, beyaz ekmek oldukça nadirdir ve zenginler tarafından tüketilmiştir. Bu yıllarda tam tahıllı ekmekler ise, fakir kesimin besin kaynağı olmuştur. Ancak bu durum günümüzde tersine dönmüş, beyaz ekmek uzun süre tercih edilse de, 20. yüzyılda, besin değerlerinin yüksekliği nedeniyle tam tahıllı ekmeğe dönüş yaşanmıştır.

Modern dünya gelişirken, ekmek yapımı da endüstrileşmiş ve en önemli buluşlardan biri olarak kabul edilen dilimlenmiş ekmek, 1912'de Amerikalı mucit ve mühendis Otto Frederick Rohwedder tarafından geliştirilen bir ekmek dilimleme makinası ile insanlığın günlük hayatına girmiştir.

Ekmek, uzun süre yüksek yağ ve kalori oranına sahip olduğuna inanıldığı için, özellikle düşük kalorili diyetlerde uzak durulan bir gıda olarak kalmıştır. Ancak daha sonra, üzerine tereyağ gibi yüksek kalorili yağlar sürülerek hazırlanmadığı sürece, düşük yağ oranına sahip, karbonhidratlar açısından zengin bir besin maddesi olduğu görüşü kabul görmüştür.


5.2.24

Tereyağı Tarihi

 


TEREYAĞIN TARİHİ           ==================




Hazırlayan ve yazarı:  

Bilhan Akkaya 



Tereyağı ve peynir; başlangıçta sütten elde edilen tek üretimdi. MÖ 3.500 yıllarından itibaren hayvancılık yapılan köyler, tereyağı üretimi hakkında bilgi sahibiydi.


Tereyağı; Moğollar, Keltler veya Vikingler gibi bazı kültürler tarafından çok değerli görülen bir üründü. Bu toplumlar; hayvancılık yaptıkları ve yerleştirdikleri yerlerde tereyağı yapım ve tüketim bilgisini çevrelerine aktarıyorlardı. 


Tereyağı; Arjantin, Paraguay ve Uruguay'da belirli laktik bakteriler tarafından üretilen biyolojik olgunlaşma ile insan tüketimine uygun olarak düşünülen aşağı yukarı katı bir emülsiyondu. 


Mezopotamya'da MÖ 3.000’li yıllarda tereyağı zaten biliniyordu, yemeklere daha iyi tat vermek için kullanılıyordu. Kazara süt kremasının (süt üzerinde biriken yağ), tereyağına yol açmış olması çok mümkündür; bu yüzden tereyağı ilk süt ürünlerinin işleme girişimlerinde üretilmiş ve kullanılmış olabilir, belki de MÖ 9000 ile MÖ 8000 arasında Mezopotamya bölgesinde ilk tereyağı yapılmış olabilir. İlk tereyağı, o zamanlar evcilleştirilmiş olan koyun veya keçi sütünden yapılmış olabilir. 


Tereyağı; Vikingler ve Keltler (Kuzey Avrupa) tarafından çok takdir ediliyordu, bu nedenle Romalılar ve Yunanlılar bunu barbar bir ürün olarak görüp diyetlerine dahil etmedi. Bunun sebebi belki de; tereyağını, Akdeniz gibi sıcak bir bölgede uzun süre muhafaza edememekti. 

1870'te Fransız kimyager Hippolyte Mège- Mauries'in icadı margarinin ortaya çıkışı; insanlar arasında daha düşük maliyetle tereyağı dağıtılmasını mümkün kıldı. 


Tereyağı o kadar yüksek bir değere ulaştı ki Charlemagne imparatorluğu sırasında; sığır sahipleri, çok az miktarda tereyağı üretebilmişti. Üretilen bu az miktardaki tereyağı sadece önemli kutlamalar için kullanılıyordu. 


Dünyadaki diğer ülkelerden daha fazla tereyağı üreten ve tüketen Hindistan, süt üretiminin neredeyse yarısını ghee adı verilen tereyağının yapımına ayırmaktadır.


TEŞEKKÜRLER:BİLHAN AKKAYA HOCAMIZA


Ayhan usta notu:
Sağlıklı Gıda Platformu üyesi  olarak:

HAYATIMIZDA GUZEL ŞEYLERDE OLABİLİYOR,
ANCAK ÜLKEMİZ BÜYÜK KENTLERDE YAŞAYAN BİLİR,KONUŞMALARIMIZ HEP KATKILAR VE AROMATİK RENKLENDİRİCİLER  OLUNCA
SAFLIK DERECESI YÜKSEK TUM GIDAKAR DİKKATİMİZDEN KAÇMIYOR.
Günümüzde piyasanın pastörize tereyağı 
Su ve aromatik katkılarından erittiginizde Su kaybı en az %40 oranında dır.

SPONSORUMA TEŞEKKÜRLER 



ARŞİV YAZIMIZA ULAŞMAK İÇİN
 LİNK AŞAĞIDADIR TIKLAYINIZ LUTFEN:



https://ayhanmansuroglu.blogspot.com/2023/08/tereyag.html?m=1


PIYASADA SATILAN TEREYAĞI 


19.10.23

EKMEK TARİHİ

 





Bu bilgiyi görmemezlikten  gelemezdim.

================

Teşekkürler ,,

Bilhan Akkaya 

EKMEK TARİHİ 

Hazırlayan: Bilhan Akkaya 

Ekmeğin tarihi kuşkusuz yabani buğday ve arpanın tarihi ile başlar. Buğday günümüzde dünya nüfusunun yüzde 35’nin geçim kaynağıdır. Kenneth F.Kıple’nin Gezgin Şöleni Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkmış olan Gezgin Şöleni kitabında buğdayın kökeninin yabani ataları kızıl buğday

ve gemik olduğundan söz ediyor ve insanlarca ilk kez güneybatı Asya’da kullanıldığını söylüyor. Burada yabani tahıl hasat eden Natufi yani Neolitik dönem öncesi yiyecek arayıcılarına ait alanlarda, ocaklar, öğütme taşları ve hatta yiyecek depolama çukurları olduğunu sözlerine ekliyor.

Günümüzden yaklaşık 2.5 milyon yıl öncesine doğru bir yolculuğa çıktığımızda Prehistorik/ tarih öncesi çağlara ulaşırız. Bu çağların sınıflandırılmasında Taş Devri adını verdiğimiz dönem 2.5 milyon yıl öncesinden, M.Ö. 5500 yılına kadar sürer. Taş Devri, Eski Taş Çağı genel adı ile anılan

Yontma Taş devri diye isimlendirilmiş Paleolitik Çağ’dır. İşte bu dönem 2.5 milyon yıl öncesinden M.Ö.12000 yıl öncesine kadar uzanır. İnsanoğlu bu uzun süreçte doğanın güç koşulları içinde gelişimini sürdürürken önce etobur bir yaşam sürdü. Yabani hayvan avcılığından sağladığı besinler temel besin kaynaklarıydı. Avcılık konusunda çaresiz kaldığı dönemlerde ise besin kaynakları meyveler ve bitki kökleri oldu. Paleolitik çağın son dönemlerinde, dünya iklimi yumuşamaya baladı.

Buzullar eridi. Yine avcılık devam ediyor, balıkçılıkla da çeşitleniyordu. Bu iklim koşullarının iyileşmesi bazı bölgelerde yabani buğday ve arpa oluşumu için ortam

yaratmıştı. Afrika’nın doğusu, Yukarı Mezopotamya, İran ve Batı Asya ‘da böyle bir ılıman koşul vardı.

Havanın ılıman bir hal alması ile birlikte temel besin olan

av hayvanlarının yakalanıp, pişirilip yenmesi ve sonra yine aynı çarkın dönmesi sıkıntılar yaratmaya başladı. Bu da beraberinde hayvan yetiştiriciliğinin ilk adımlarının atılmasını getirdi. Artık o dönemlerde hayvanlar yakalanmaya, çitlerle çevrili bölgelerde tutulmaya başladı. Bu süreçte hayvanları çiftleşmesi ve yavrulaması yeni et stoklarının doğmasını getirdi. Böylece çoban toplulukları adı verilen gruplar doğdu. Süreç böyle devam ederken hayvancılık beraberinde M.Ö. 9000-5500 yıllarını kapsayan Neolitik Çağ adını da verdiğimiz Cilalı Taş Devri, tarımın ilk adımlarının atıldığı dönemi kapsar. Yabani buğday M.Ö. 9000 yılları öncesinde küçük kızıl buğday ve gemik(bir çeşit buğday), bir biçimde ehlileşirken, Şeria vadisinde Ceriko’da ve Şam’ın hemen güneydoğusuna düşen Tell Esved’de ekilip biçilmeye başlandı. Bu beraberinde tarım ekonomisinin doğmasının temelini oluşturdu. Ve buğday birkaç kuşak içinde ehlileşti. Bu süreçte tek bir avcı toplayıcının geçimi için 2000 dönümlük tarlaya gerek vardı. Halbuki günümüzde böyle bir alandan 5000 kişinin ihtiyacı karşılanabiliyor.

Artun Ünsal, Nimet Geldi Ekine kitabında özellikle Anadolu’da Diyarbakır Çayırönü(M.Ö.7000),

Konya Çatalhöyük (M.Ö. 6800-5700), Burdur Hacılar (M.Ö. 6750-6500) kazılarında ortaya çıkan

kömürleşmiş buğday taneleri, hayvan boynuzuna çakmak taşı kaktırılmış oraklar, öğütme taşları ve

hububat saklama çukurlarına dikkat çeker.





ÜLKEMİZDE EKMEKLER COK ISRAF EDILİYOR. 



LUTFEN DIKKAT;Son elli yılda sentetik gıda boyalarının kullanımı %500 arttı. Bununla birlikte gıdaların besleyici değeri azaldı. Gıdada çeşitlilik artmış gibi gözükse de o rengarenk paketlerin içini renklendiriciler süslüyor ve bağışıklık sistemimizi zayıflatıyor, çocuklarda hiperaktivite gibi davranış bozukluklarına, öğrenme güçlüğüne sebebiyet verebiliyor. Hatta bazı renklendiriciler için etikette ilave bilgi bulunması zorunlu: “Çocukların aktivite ve dikkatleri üzerinde olumsuz etki bulunabilir.

” Bu renklendiriciler etikette karşımıza E 100 ile E 180 numaraları aralığında çıkıyorlar.

Bu maddeler gıda sanayisinde meyve suları başta olmak üzere kola, bira gibi içeceklerde, atıştırmalık ve şekerli  gıdalarda,  kek,  bisküvi, gofret,  çikolatalı  pasta  gibi  fırın  ürünlerinde, dondurma, peynir, margarin gibi  süt ürünlerinde, krema tozları, çorbalar, soslar gibi  toz karışımlarında sıklıkla kullanılıyor. 
Bazen karşımıza kod ile değil de yalnızca isimleriyle çıkabiliyor. Bunlardan en tehlikelileri patent blue V (E 131), tartrazin (E 102 veya E 102a), allura red (E129), brillant blue (E133), sunset yellow (E 110), eritrosin (E 127), ponzo 4R (E 124), karmin, karminik asit ve korşinal (E120)’dir.





4.7.23

DOĞUM GÜNÜ PASTASI




DOĞUM GÜNÜ PASTASI

 🍰 

Hazırlayan: Bilhan Akkaya 

Neredeyse Dünya’nın her yerinde; doğum 

Pasta ve görsel. 

AYHAN USTA 

günlerinde, herkes pasta alır, keser, hediye eder veya ikram eder. Peki bu pasta kutlamasının çıkış öyküsü nedir? 

Konu ile ilgililerin bazıları; bu pasta olayını pagan ritüellerine, plasentaya taparak hayatın teşekkürüne kadar götürür. 

Pasta; Eski Yunanlılar tarafından tüketilen bir yiyecekti. Bu kültürde; her ayın altıncı günü bekaret, avlanma ve hayvanların egemenlik tanrıçası Artemis'in doğum günü kutlanırdı. Kırsalda ona sunular sunulurdu. Bu sunular; küçük bal kapları ve unlu keklerdi. 




Ay ışığını sembolize etmek için de mumlar yakılırdı. 

Eski çağlarda her doğum günü kutlamasının; kötü ruhlar tarafından ziyaret edildiğine inanılırdı. Bu yüzden pastayı ateşle aydınlatmayı gerekli buldular. Böylece her türlü kötülükten korunacaklardı. Aynı zamanda alevi söndürdükleri anda; dumanın cennete gittiğine ve doğum günü çocuğunun dualarının tanrılara ulaştığına inanıyorlardı. Bu yüzden mumları üflemeden önce bir dilek tutmak gerekirdi.

Günümüzde kutlanacak yılların sayısını simgeleyen mum sayısı geleneğinin; Almanya'da ortaya çıktığını bilmelisiniz. Alman çocuklar Kinderfest adında bir kutlama ile doğum günlerini kutlarlardı. Pastanın merkezine; yılın her ayını sembolize eden 12 işaretli uzun bir mum yerleştirilirdi. Ateş; doğum günü kutlanan kişinin doğum ayına ulaştığında mum yakılır ve üflenerek söndürülürdü. 

Kaynaklara göre; pasta kelimesi Yunanca'da 'plasenta' kelimesinden türemiştir ve bu yüzden pasta, onun gibi yuvarlak ve düzdür. Bu konsept gereği; her yıl, bir insanın hayatının ilk aylarını geçirdiği organ onurlandırılır. Pastanın yuvarlak şekli; plasentayı simüle ederken,  mum fetüsü anneye bağlayan göbek bağını temsil etmektedir

Hazırlayan ve alt görsel.  Bilhan AKKAYA 



1.7.23

ANTİK KENAN'DA YEMEK

 


ANTİK KENAN’DA YEMEK 🥙 

(FİLİSTİN VE ÇEVRESİ)

Hazırlayan: Bilhan Akkaya 



Akdeniz beslenme diyetinin kökeni Antik Mezopotamya, Ortadoğu, Kenan ve Mısır'dandır. Bu diyet, Truva'nın düşüşünden Kudüs'ün fethine kadar tarihin birçok döneminde Akdeniz insanını beslemiştir. İncil'de bile bu diyetin karakteristik besinleri açıklanıyordu: Buğday, arpa, üzüm, nar, incir, zeytin ve hurma balı.


Pennsylvania Üniversitesi Arkeoloji ve Antropoloji Müzesi'ne göre: "Bronz ve Demir Çağı’nda ekmek temel gıdaydı. Neredeyse her gün hazırlandığı için ekmek yapımı, evdeki en önemli etkinliklerden biriydi. Kenan (Filistin ve İsrail) insanları yılda yaklaşık olarak 150 ile 200 kg buğday ve arpa tüketiyordu. Bir kişi genellikle bu tahılların yüzde 60 civarındaki kısmını ekmek şeklinde tüketiyordu." 


Tahıl öğütme, bir öğütücü kullanılarak, elle yapılırdı. Değirmen veya öğütücü Metate adı verilen sabit bir alt taş ve hareketli bir üst taştan oluşuyordu. Değirmen, kaba yüzeyi ve nispeten hafif ağırlığı nedeniyle işlem için tercih edilen kalın bir volkanik taş olan bazalttan yapılmıştı. Tahıl; tahılın yumuşak merkezini una çevirmek için taşın yüzeyinde uzunlamasına doğru öğütülüyordu. Bu çok zahmetli bir süreçti ve bazalt taştan bir kum oluşuyor, ekmeğe geçiyor ve ekmek ile dişlere yapışıp onları yavaş yavaş aşındırıyordu. 


Ekmek küçük çamur fırınlarında pişirilirdi. Arkeologlar genellikle kil bobinleri veya yeniden kullanılmış seramik kaplarla yapılan eski fırınları, kazılarda keşfettiler. Fırında; yakıt olarak gübre kullanılıyordu. Fırın içeriden ısınırdı; iç yan duvarlara yapıştırılan bazlamalar pişirilirdi. Bu tip çamur fırınlar günümüzde de tandır olarak bilinmektedir. 

Tahıl aynı zamanda lapa olarak yenebilir veya suya batırılıp bira yapmak için mayalanabilirdi. Mayalanmış sıvı; birayı arpa tortusından ayırmak için seramik süzgeçler aracılığıyla süzülürdü.


Et normalde diyetin bir parçası olmayan bir lükstü; çünkü hayvanları diğer temel ürünleri üretmek için kullanmak daha kârlıydı. Keçi, koyun ve inek etleri genellikle kurban bayramlarında ve özel bir misafirin eğlencesinin bir parçası olarak yenirdi. Et; kuşlardan da elde edildi. Tavuğun; Güney Levant’a, Demir Çağı'na kadar girmemiş olması muhtemeldir. Deniz ürünleri Kenanlılar için nadir tüketilen besinlerdi çünkü tarihlerinin bir kısmında Akdeniz'e erişimleri yoktu. Ayrıca hurma, nar, incir, üzüm, zeytin, bakla, soğan, pırasa, fasulye ve mercimek gibi sınırlı çeşitli meyve ve sebzeler de yiyorlardı. Baharatlar arsında tuz, sarımsak, anason, kişniş, kimyon, dereotu, kekik, nane, ceviz ve bal vardı. 


Kaynak://factsanddetails.com/world/cat55/sub389/entry-5702.html

Hazırlayan:Bilhan Akkaya 

TEŞEKKÜRLER 


30.6.23

ZEYTİN VE TARİHÇESİ

 

ZEYTİN VE TARİHÇESİ 

Resim.Sn. Emir Barbur 








Resim. Mozaik sanatçımız 

Sayın.Menel Hüzmeli eseridir.




 

Oleacea familyası, Olea cinsinin bir türü olan zeytinin (Olea europaea L.) anavatanı, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ni de içine alan Yukarı Mezopotamya ve Güney Ön Asya’dır . Zeytinin dünyaya yayılışı üç yoldan olmuştur. Birincisi Mısır üzerinden Tunus ve Fas, ikincisi Anadolu boyunca Ege adaları, Yunanistan, İtalya ve İspanya ve üçüncüsü ise İran üzerinden Pakistan ve Çin’dir. İlk kültüre alınışı ve ıslahı Sâmiler tarafından olmuştur. Arkeolojik çalışmalar, zeytin yetiştiriciliğinin M.Ö 4.000’li yıllara kadar dayandığını göstermektedirler. İlk Grek ve Roma yazıtlarında zeytinin barış ve birlikteliğin ebedi simgesi olduğuna değinilmiştir. Kuran, İncil ve Tevrat’taki sayısız bölümde zeytine yer verilmiştir. Tarihi gelişimi içinde birçok efsaneye kaynak olan zeytin, eski uygarlıkların yazıtları ve kutsal kitaplarda yer almıştır. Zeytin beyaz bir güvercinin Nuh’un gemisine tufan sonrası canlılık belirtisi olarak, ağzında zeytin dalı ile dönmesi nedeniyle, yüzyıllardır barışın simgesi kabul edilmektedir. Bölgede yürütülen bir araştırmada deniz seviyesinden bin metre yükseklikte zeytin ağacı bulunması, Cudi ve Gabar dağlarında bol miktarda yabani zeytin ağaçlarının olması, Nuh’un gemisinin Ağrı dağına değil Cudi dağına konduğu rivayetini güçlendirmektedir. M.Ö. Atina Anayasasında yer alan ve Aristotle tarafından kaleme alınan “Devlet malı veya özel mülkiyet farkı olmaksızın, zeytin ağacını kesen veya deviren herkes mahkemede yargılanacaktır eğer suçlu bulunurlarsa idam edilmek suretiyle cezalandırılacaklardır” sözü zeytin ağacının tarihteki yeri ve önemi anlatmaktadır. Nitekim zeytin tarımının yayılmasında büyük rol oynayan Romalıların, diyetlerinde zeytin yerine hayvansal yağları kullananları barbar olarak tanımlamaları, Hipokrat’ın zeytinyağının tedavi edici özelliğini kullanması bu önemi vurgulamaktadır. M.Ö. 4000’lerde kültür bitkisine dönüştürülen zeytinin yağının çıkarılması ve kullanımının yaygınlaşması ancak 1500-2000 yıl sonra gerçekleşmiştir. Tunç Çağı’nda ve daha sonrası dönemlerde Akdeniz’de zeytinciliğin yaygınlaştığını gösteren arkeolojik buluntular arasında yağ presleri, saklamada kullanılan kaplar, zeytin gösterimleri olan vazo ve duvar resimleri sayılabilir.

Zeytinyağının kilometre taşları
M.Ö. 6000 – Zeytin tarımının Suriye’de Samilerle başlaması
M.Ö. 3000 – Tarım bilgisi ve kültürü Akdeniz’de Doğu’dan Batı’ya doğru yayılmaya başlar. – Ortadoğulu tüccarlar Kıbrıs ve Girit’e zeytini götürdüler.
M.Ö. 2500 – Girit’te bulunan tarih öncesi toprak levhalarda zeytinyağı ve kullanımlarından söz edilir.
M.Ö. 2000 – Eski İsrailliler zeytinyağını rahipleri kutsamakta ve tapınaklardaki kandilleri yakmakta kullanırlar.
M.Ö 1780 – Hammurabi Kanunları zeytin ağacını bir yıl içinde iki ayaktan fazla budamanın ölüm cezasına çaptırılacağını söyler.
M.Ö. 1700 – Zeytin ağacı Mısır’a getirildi. Tutankamon zeytin dallarından taç giydi.
M.Ö. 1500 – Zeytinyağı Girit’in en önemli ticaret geliri olarak ortaya çıkar ve Mısır’da kozmetik amaçlarla kullanılır.
M.Ö. 1000 – Yunanistan’da zeytinyağının mutfaktaki kullanımları keşfedilmeye başlanır.
M.Ö. 900 – Kaldıraçlı presler kullanılmaya başlandı.
M.Ö. 776 – Kazananlara zeytindalı ve zeytinyağının ödül olarak verildiği ilk Olimpiyat Oyunları yer alır.                                        
M.Ö. 620 – Solon’un zeytin koruma kanununda bir zeytin ağacını kesen veya zarar verenin ölüm cezasına çarptırılacağı yazılır.
M.Ö. 600 – İtalya, İspanya, Fransa ve Kuzey Afrika zeytin ağacıyla tanıştı.
M.Ö. 200 – Arşimet vidası zeytinyağı preslerinde kullanılmaya başlandı.
M.Ö. 100 – Eski Yunan ve Roma edebiyatında zeytin ağaçlarından, zeytinden ve zeytinyağından söz edilir.
M.S. 100 – Romalılar birkaç değişik zeytinin sınıflandırmasını yaparlar.
M.S. 200 – Roma barışıyla Akdeniz’de zeytinyağı üretimi ve ticareti altın devrini yaşadı.
M.S. 325 – Konsantin zamanında 2300 yağ distribütörü kent sakinlerinin yemek, kozmetik masaj, vücut bakımı, lamba ve diğer şey için kullandığı zeytinyağını temin eder.
M.S. 1000 – Zeytinyağı az bulunmaya başlar ve bazen nakit yerine kullanılsa da en önemli kullanım alanı dinsel ayinlerdir.
M.S. 1300 – Zeytinyağı Akdeniz ülkelerinin temel yiyeceği haline geldi.
M.S. 1500 – 1600 – İspanyol kaşif ve misyonerler zeytinyağını Yeni Dünya’ya taşırlar.
M.S. 1524 – Meksika’da ilk zeytin ağaçları dikilir.
M.S. 1550 – Leonardo da Vinci zeytinyağı presi tasarladı.
M.S. 1700 – Fransisyan misyonerler 600 kilometrelik Kaliforniya sahillerine 1800’lerin başlarında zeytin dikerek 21 yerleşim bölgesinden 19’una zeytini götürürler.
M.S. 1717 – Vincenzo Mela adlı İtalyan prina yıkama yöntemiyle prina yağı elde etti.
M.S. 1820 – Zeytinyağı imalatında su gücüyle çalışan hidrolik presler kullanılmaya başlandı.
M.S. 1870 – Kaliforniya’da ilk ticari zeytin üretimi başlar.
M.S. 1887 – Van Gogh zeytinliklerle ilgili 16 tablo yaptı.
M.S. 1900 – İtalya Kralı I. Umberto İtalya’da zeytin ağacının kesilmesini yasaklar ki bu İtalya’nın bazı kesimlerinde hala yürürlüktedir.
M.S. 1920 – Amerika’ya gelen Avrupalı göçmenler Amerikan mutfağına zeytinyağını sokarlar.
M.S. 1927 – Kesintisiz sistemin öncüsü santrifüj teknolojisi zeytinyağı imalatında uygulandı.
M.S. 1980 – Sağlık ve yemek kitapları aracılığıyla zeytinyağı bilgi ve kültürü dünyaya yayılmaya devam eder
 


 
Türkiye Zeytin Tarihçesi  
Zeytincilik, Cumhuriyet sonrası ülkemizde tarımının en önemli faaliyet alanlarından biri olmuştur. Atatürk’ün 1929 yılında Yalova bölgesine yaptığı bir gezide zeytinciliğe gereken önemin verilmesine yönelik direktifleri ile ülkemizde zeytincilik seferberliği başlatılmış ve zeytincilik konusunda araştırmalar yapmak üzere, 1937 yılında Bornova Zeytincilik Araştırma Enstitüsü kurulmuştur. Diğer yandan zeytin, bahçesine bakmayan ve bakım yaptırmayan üreticilere ceza verilmesine neden olan bir kanuna (26/01/1939 tarih ve 3573 sayılı “Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanun”) sahip tek bitki olmuştur. Ülkemizde zeytincilik, yurt dışında eğitim görmüş  uzmanlar tarafından yeni, bakımlı, sağlıklı ve verimli bahçeler tesis edilerek, uzun yıllar sonunda büyük bir hızla gelişmiştir. Zeytinciliğe verilen bu önem, 1950’li yıllardan itibaren gittikçe azalmakla birlikte, 1961-62 döneminde Türkiye ilk zeytinyağı ihracatını yapmıştır. 1970’li yıllarda verimin düşük ve maliyetin yüksek oluşu kârlılığı olumsuz etkilemiş, tamamen doğal olan zeytinyağının insan sağlığı yönünden ne kadar değerli olduğu anlatılarak teşvik edileceği yerde, rafinasyon ile elde edilen diğer bitkisel yağların üretim ve tüketimi teşvik edilmiştir. 1980’li yıllar ve sonrasında zeytinciliği koruma kanununa rağmen zeytinlikler sökülerek, kıyı turizmi uğruna feda edilerek başka tarımsal faaliyet alanları zeytinciliğin yerini almıştır. Oysa  aynı  yıllarda  geleneksel  zeytin  yetiştiriciliğinin ekonomik  olmadığını  farkına   varan  İtalya  ve İspanya modern zeytinciliğe yönelmişlerdir. Ülkemizde 2000’li yıllardan bu yana Cumhuriyetin ilk yıllarındaki gibi özellikle de sofralık zeytin ve zeytinyağı üretiminde nitelik ve nicelik olarak ciddi gelişmeler görülmektedir. Çünkü sofralık zeytin ve zeytinyağı teknolojisi gelişmekte, bölgeleriyle özdeşleşen ve markalaşan zeytin çeşitleri, zeytin ve zeytinyağı pazarının gelişmesine destek vermektedir. Butik zeytincilik, coğrafi işaretlemeler, tadım panelleri, lisanslı depoculuk çalışmaları vb. yeniliklerle birçok üretici ve firma yurtdışında fuar ve yarışmalarda dereceler almaktadırlar. Ülkemiz zeytincilik yapısı, geleneksel zeytincilikten çıkıp modern zeytinciliğe yönelmektedir. Türkiye,dünya sofralık zeytin ve zeytinyağı pazarında söz sahibi olabilmenin en önemli koşulu olan yüksek kaliteli üretimi hedeflediği için bazı sorunlar da yaşamaktadır. Ancak sektörde pazarın taleplerini dikkate alarak, daha fazla AR-GE ile ayakta kalabileceği bir duruma da gelinmiştir.



SANATKAR MOZAİK SANATÇISI

MENEL HÜZMELI HANIMIN YAZISINI EKLEMEMEK OLMAZDI.


Zeytinin mitolojik hikayesi, ölmez ağacın yaşam bulduğu hemen her coğrafyada mevcuttur. Mısır mitolojisine göre ise Tanrıça İsis; insanlığa zeytini yetiştirmek, hasat etmek ve yiyebilmek için ihtiyaç duydukları bilgiyi verdi. Mısırlılar için kutsal olan zeytinin, firavunların öbür dünyaya geçişlerinde yiyecekleri yemek olduğuna inanılırdı. Hiyerogliflerde de zeytin ağacı, dalı ve zeytin yer alır. Tutankhamun’un mezarında ise zeytin dallarından yapılmış süslemeler bulunmuştur.

Nuh Peygamber, tufanın yatışıp yatışmadığını öğrenmek için bir güvercin gönderir. Güvercin ağzında taze bir zeytin ağacı dalı ile geri döner. Bu tufanın yatıştığının ve güvercinin karaya ulaşabildiğinin göstergesidir. O günden itibaren de ağzında zeytin dalı taşıyan güvercin, barışın sembolü haline gelir. 

Antik Çağ’dan beri uzun ömür, sağlık, güç ve güzellik ile ilişkilendirilir. 
Hayatınızda sağlık ve güzellik eksik olmasın.

#zeytin #tasarım #italya #mozaik #mocaik #artmozaik #Handmade #naturalstones #dağaltaş #dekorasyon #sanat #istanbul



TARİHİ YEMEK KITABI

 











BİLİNEN EN ESKİ YEMEK KİTABI 🥘 

Hazırlayan: Bilhan Akkaya 

Mezopotamya'dan elde edilen bu kil tablet; tarihteki en eski yemek kitabı olarak kabul edilmektedir. 

Mezopotamya mutfağında deneyimli şefler tarafından yazılmış 25 eşsiz ve lezzetli tarif içermektedir. 

Bu tariflerde;  sebze, kuru üzüm, hurma ve mantarlı dana, kuzu, keçi, ve kümes hayvanları ile pişirilen 21 tarif bulunmaktadır. 

Ayrıca et sevmeyenler için; dört vejetaryen yemek tarifi de bulunmaktadır. 

Bu tarifler; MÖ 1750 yılına tarihlenmektedir , yani yaklaşık 3770 yıllık!


SÜMERLER’DE YEMEK 🥙 

Hazırlayan: Bilhan Akkaya 

Sümerler 35'ten fazla et suyu çeşidi bilir ve onunla yemek yapardı. En popüler yemeklerden biri; et suyu, soğan , nohut ve ekmek ile yapılandı.Kaynamış et suyunun içine ekmekler ufalanır. Ekmekten sağlam bir zemin elde edilir. Üzerine haşlanmış etler, soğanlar ve nohut eklenirdi. (İstenirse salçalı şekilde ve etler ince parçalara ayrılarak da yapılabiliyor bu yemek. Günümüzde.)



Hatay yöresinde Arapça ' fettuşi' denilen bir yemek bu yemeğe çok benzer. Genelde Kurban Bayramı zamanı kesilen kurbanların eti kullanılır. Etler haşlanıp suyu bayat ekmeklerin üzerine dökülür. Üzerine etler, kıyılmış kuru soğan ve baharatlar eklenir. Çok lezizdir.


Kil tabletler üzerine yazılmış bu tarifleri yazar Jane Potter bir kitapta topladı. Kitabın adı Dünyanın En Eski Mutfağı .

Bu yemekler başta Irak olmak üzere tüm Mezopotamya - Ortadoğu bölgesinde yapılıp yenilmektedir.

#ArkeoTarihDünya #Sumerian #Sümerler #yemek #eat #kültür #culture #Mezopotamya #Mesopotamia

Facebook DÜNYA UYGARLIKLARI sitesinden 

Alınmıştır..

Teşekkürler sn.BİLHAN AKKAYA 











Sn. AKKAYA  vesilesiyle,teşvikiyle tamamlamak istedim..

Tarihte ilk yemek kitabı ne zaman ve kim tarafından yazıldı? İşte Antik Yunan'dan matbaanın icadına uzanan süreçte yazılan ilk yemek kitapları.


Bugün herhangi bir kitabevine girdiğinizde istediğiniz türden yemek kitabı bulmanız mümkün.. Dünya mutfakları eğitimi almak istediğinizde ise başta internet ve sosyal medya olmak üzere sayısız seçeneğe sahip durumdayız. Peki tarihte ilk yemek kitabı ne zaman ve kim tarafından yazıldı? Hadi gelin yemek kitaplarının tarihsel gelişimine bir bakalım. Böylece bir dahaki kitabevi ziyaretinizde yemek kitapları bölümüne daha farklı bir gözle bakabilirsiniz..


Bilinen en eski yemek kitaplarından biri Yunan gastronom Athenaios'a aittir. Apicius ise antik tarihin bilinen en eski gastronomlarından biridir. Eski Çin zamanından kalma çorba tariflerini içeren yemek kitapları ile Ortaçağ Avrupasını yansıtan yemek kitapları da mevcuttur. Tarihsel süreçte matbanın icadı yemek kitabı sayısını da artımış ve yemeklerin tanınırlığına katkı sağlamıştır.

En eski ve en çok bilinen yemek kitabı : Deipnosophistai

En eski ve en çok bilinen yemek kitaplarından biri Yunan gastronom Athenaios'a ait olan ve İÖ 2. yüzyılda yazılmış Deipnosophistai (Gastronomlar)'dir.


Bu yapıt bir şölen sofrasında iki kişi arasında günlerce süren sohbetlerden oluşur ve yaprak sarması ile peynirli kek çeşitleri gibi yiyeceklerin tarifi verilir.


Athenaios bu yapıtında kendisinden önce yaşamış yirmi kadar gastronomun adını vermiştir. Bu bilgilerden de ilk gastronom olarak bilinen Athenaios'un, aslında ilk gastronom olmadığı anlaşılmaktadır.


Bu yapıtta Arkhestratos'un İ.Ö. 350'de yazdığı Keyifli Hayat adlı eseri özellikle vurgulan bir eserdir. Athenaios'un vurguladığı diğer bir isim ise Apicius olmuştur.


Antik tarihin bilinen en eski Gastronomu: Apicius

Apicius Antik tarihin bilinen en eski gastronomlarından birisidir ve kral Tiberius döneminde yaşamıştır. Onun De re coquinaria adlı yemek kitabı ise günümüze kadar ulaşmıştır.


Yeme ve İçme Konusunda Bilinmesi Gereken Önemli Şeyler

Eski Çin'in yemek kitapları da günümüze kadar gelmiştir. Bunlardan en çok bilinen yapıt Kubilay Han'ın (1215–94) başaşçısının yazdığı Yeme ve İçme Konusunda Bilinmesi Gereken Önemli Şeyler adlı yapıttır. Bu yapıt genel olarak çorba tarifleri ve günlük ev işlerine faydalı bilgiler içermektedir.

En eski İngilizce yemek kitabı : The Forme of Cury

Orta Çağ Avrupası'nda da yemek kitapları yazılmıştır. En eski İngilizce yemek kitabı tahmini 1390 yılında I. Richard'ın (Aslan Yürekli) sarayında görevli aşçılardan birisinin yazdığı The Forme of Cury adlı yapıttır.Bu kitaptaki 196 yemek tarifi vardır; tariflerin isimleri genellikle Fransız kökenlidir.


İlk Fransızca yemek kitabı : Le Ménagier de Paris

Fransızca'daki ilk yemek kitaplarından biri olan 1394 tarihli Le Ménagier de Paris ise kurbağa ve salyangoz gibi yemek tariflerine yer vermektedir.


Tarihte bilinen ilk basılı yemek kitabı

Bartolomeo ScappiTarihte bilinen ilk basılı yemek kitabını 1485 yılında İtalyan Bartolomeo Scappi tarafından yazıldı. Onun kitabında ise daha çok badem ezmesi ve tatlı tarifleri yer alıyordu. Orta sınıf insanlarının toplum içindeki yerinin zamanla önem kazanması bu insanların yemek pişirmeye olan ilgilerini de artırdı.


Yemek kitabı yazan ilk kadın: Hannah Wooley

Hannah Wooley The Queen-like Closet


Hannah Wooley The Queen-like Closet; or Rich Cabinet'la (1670) yemek kitabı yazan ilk kadın oldu.


Alexis Soye


Alexis Soyer (1809-58) gibi dönemin önemli aşçıları ise yazdıkları yemek kitaplarında Fransız mutfağının önemli niteliklerini halka açıklamış oldu. Soyer'in kitabı 100 binden fazla satış gerçekleştirdi.


The Boston Cooking-School Cook Book


Gastronomi tarihinin en bilinen kitaplarından biri olan The Boston Cooking-School Cook Book ise 1896 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nde yayımlandı. Kitabın yayın yönetmenliğini ise Fannie Merritt Farmer yaptı.


Le guide culinaire


Fransız şef Auguste Escoffier'ın Le guide culinaire (1903) adlı eseri ise oldukça fazla rağbet gördü. Onun bu eserine olan ilgi günümüzde bile devam etmektedir.

Gıda Hattı..

2.2.23

HATAY TARİHİ VE İLKLERİ 2023 DEPREMİ

 



Atatürk’ün Hatay Davası

“Türkiye için Hatay bir milli haysiyet ve gurur sorunu idi. Cumhuriyetin sınırlarını, Birinci Dünya Savaşı sonunda, Türk­lüğün en karanlık günlerinde, Milli Misak’la belirten Atatürk, yabancı unsurlarla meskûn imparatorluk topraklarını ulusal topraklar dışında bırakmış; fakat Türklerin yaşadığı toprak par­çalarını milli sınırlar içinde tutmayı, gerekirse almayı, şaşmaz bir ideal olarak benimsemişti.”



Musa Ağacı Samandağ Hatay







HATAY TARİHİ VE İLKLER 


* Antakya 4000 yıllık geçmişe sahip

* Dünyada kurulan ilk şehirdir

* Buzamana kadar depremde 7 defa olduğu gibi yıkılıp tekrar kuruldu...

* Antakya Mozaik Müzesi Mozaikleri bakımından Dünyada ikinci sırada...

* Dünyadaki ilk kilise olan St. Pierre Kilisesi Hıristiyanlığın yayıldığı ilk mağara kilise buradadır..

* Hiristiyanlara "HIRISTIYAN"ismi ilk burada verilmiştir..

* Türkiyenin en uzun kumsalları buradadır. 186 km

* İstikameti dolayısıyla tamamiyle "Güneyden" gelip "Kuzeye" dökülen iki ırmaktan biri olan Asi Nehri Güney’den Kuzey’e ters akan ülkemizdeki tek nehirdir...

* Fetihler dışında müslümanlık Anadoluya ilk olarak buradan girmiştir "Habib-i Neccar Camii Anadolu'da yapılan ilk camidir"

* Eski dünyanın bilinen en uzun surları buradadır ."Antakya Kalesi 26 km

* Eski Dünyanın en büyük ticaret yolları buradan başlamış ve bitmiştir "İpek-Baharat”

* M.Ö sinden 18 yy.a kadar nehir vasıtasıyla içeriye kadar deniz ticaretinin yapıldığı tek yerdir...

* Hatay, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Devlet olma özelliğini kazanmış tek vilayettir...

* M.Ö 300 yılında kurulan Antakya, M.Ö I. yy antik dünyanın üç büyük şehrinden biriydi.

* Dünyada ilk Olimpiyatlar burada yapılmıştır."Roma döneminde yapılan Olimpiyat Oyunlarına ev sahipliği yapmıştır."

* Antakya müzesindeki para koleksiyonu dünyada 3. sırada yer almaktadır.

* İlk sokak lambaları Antakya'da kullanıldı "Dünyada meşalelerle aydınlatılan ilk sütunlu cadde olan HEROD CADDESİ (KURTULUŞ CADDESİ) Antakya’dadır.

ANTAKYA’NIN KURULUŞU

Büyük İskender’in komutanlarında Antigonus ve Seleucus, Mezopotamya ile Suriye’nin yönetimi için aralarında savaşmış, zafer Seleucus’un olmuştur. Y eni bir kent kurmak isteyen Seleucus, Zeus’tan kendisine yol göstermesini ister ve bir kurban keser. Kurban etini kaparak uçan bir kartal, Silpius Dağı’nın eteği ile Oronte (Asi) Nehri’nin arasına konar. Seleucus, bunun Zeus’un bir işareti olduğuna inanır. M.Ö. 300 yılında kentin temeli atılır. Kenti planlama işi mimar Xenarius’a verilir. Xenarius şehri kışın güneş görecek, yazın rüzgarlardan faydalanacak şekilde planlar.

Kente Seleucus’un babası Antiochus’un adı verilir. M.Ö.64 yılında Roma hakimiyetine geçene dek Antakya, Seleucus Krallığı’nın başkenti olmuştur. Seleucus hanedanlığı döneminde kısa zamanda gelişen şehir büyük bir üne kavuşur. Roma hakimiyetine geçmesi ile birlikte şehir, Roma ve İskenderiye’den sonra, Roma İmparatorluğu’nun üçüncü büyük eyaleti haline gelerek, çok parlak bir dönem geçirir.

Uygarlıkların medeniyetle tanıştığı ,inançların askıyla birleştiği ve özgürlüğe adım atıldığı yerdir anthocıa

Araştırma. Rufet CEYLAN'a

Facebook DÜNYA UYGARLIKLARI sitesinden

Teşekkürler. 




Daha cok ilkleri var gastrolojiside dunyaya hitap eden bir memlekettir.

Hatay mutfagı kadar zengin hatay tarihi kadar zengin ve hatayin medeniyeti kadar hoşgörülü ve bir arada barıs icinde yasayan ve kilisesi ve camisini bile birkte kullanan kardesligin özgürlüğün timsalidir. 

Kaynak. Internet


1937'de Milletler Cemiyeti kararıyla Hatay sorununun çözümü için kurulmuştur. Devletin kuruluşu Hatay Millet Meclisi'nin 2 Eylül 1938 tarihli kararıyla ilan edilmiştir. Devlet Başkanlığına Tayfur Sökmen, Meclis Başkanlığı'na Abdülgani Türkmen, Başbakanlığa ise Abdurrahman Melek seçilmiştir. Devletin resmî dili Türkçe, ikinci dili ise Fransızca olmuştu ancak Arapça eğitim veren okullar Arapça eğitime devam edeceklerdi. Kuruluş taslağında iç işlerinde bağımsız olarak düşünülmüş; dış ilişkiler, mali ilişkiler, gümrüklerin ve toprak bütünlüğünün Fransa ve Türkiye tarafından denetim ve güvence altına alınmasına karar verilmişti.

Bütün karar ve yürütme organları Türk nüfusunun yönetiminde olan devletin statü gereği Fransız Suriye mandasına olan bağımlılığı sorun yaratıyordu. Bu nedenle, aşama aşama gerçekleştirilen değişikliklerle Türkiye'ye bağlanmaya doğru giden Hatay, II. Dünya Savaşı'nın yaklaşması nedeniyle Fransa'nın da ısrarcı olamamasından ve Türkiye ile savaşmayı göze alamaması sonucunda, Fransa ile Türkiye arasında 23 Haziran 1939 tarihinde Ankara'da, “Türkiye ile Suriye Arasında Toprak Sorunlarının Kesinlikle Çözümüne İlişkin Antlaşma”nın imzalanması[2] ile Fransa, Hatay’ın Türkiye’ye katılmasını kabul etmesiyle, 29 Haziran 1939'da Hatay Devleti Millet Meclisi'nin aldığı karar doğrultusunda Türkiye'ye katıldı. Türkiye ise, 7 Temmuz 1939 günü çıkarılan bir yasa ile "Hatay" ilini kurarak katılma işlemini sonuçlandırdı. 23 Temmuz 1939 tarihinde de Fransız birlikleri Hatay'ı terk ettiler.[2]

Kaynak. Wikipedia 

HATAY 6 ŞUBAT 2023 SAAT 04.17 DEPREMLE BIR ANDA TARİHİNDEN YOKSUN  ENKAZDA KAYIP ETTİK 



YILMAZ ÖZDİL YAZISINDAN ALINTIDIR....


Ezan, çan, hazzan, insan

Hoşgörünün sembolü: Habib-i Neccar Cami

Anadolu topraklarındaki ilk cami.

1400 yıllık.

Aslında pagan tapınağıdır.

Sonradan kilise olmuş.

En son, cami.

Yasin Suresi'nde geçer.

“Sevgili marangoz” demek.

O marangoz, hıristiyan.

Antakya'da hıristiyanlığa inanan ilk kişi.

İslamiyet'in ikinci halifesi Hazreti Ömer'in komutanlarından Ebu ubeyde bin Cerrah, tee 636 yılında Antakya'yı fetheder, bu camiyi inşa eder ve tek tanrılı dine inanan ilk kişinin adını verir.

Evet, biz müslümanlar tarafından Anadolu'da yaptırılan ilk caminin adı, bir hıristiyanın adını taşır.

Avlusunda ezan dinlerken hissettiklerimi kelimelere dökebilmem gerçekten imkansızdır.

Habib-i Neccar camisi yıkıldı.

Aziz Pavlus kilisesi.

Rum ortodoks kilisesi.

Aslında, Rum ortodoks patrikhanesidir.

Patrikhane denilince akla hemen İstanbul'daki Fener Rum Patrikhanesi gelir ama, manevi sıralamaya bakıldığında Antakya patrikhanesi, Fener'in önünde yeralır, Kudüs'ten sonra ikinci merkez kabul edilir.

E tabii Rum ortodoks denilince de akla hemen Rumca konuşan vatandaşlarımız geliyor ama, burada ibadet dili Arapçadır.

Hatta, Rum ortodoks gençler artık yeterince Arapça bilmediği için, pazar ayinlerinde bazı dualar Türkçe edilir.

Aziz Pavlus kilisesi yıkıldı.

Türk katolik kilisesi.

Bahçesi, cennet bahçesidir.

Portakal ağaçlarıyla kaplıdır.

Portakallar süs lambaları gibi durur.

Benzerlerine ancak yağlıboya tablolarda rastlayabileceğiniz masalsı bir su kuyusu vardır, herkes susar, kuş cıvıltıları konuşur.

Kilise olduğunu bilmeseniz, butik otel zannedersiniz, öylesine huzurlu bir mekandır.

Kilise olmasına rağmen, aslında Musevi mahallesindedir, camiyle havrayla bitişiktir, terasına çıktığınızda minare'yi çan'ı aynı karede fotoğraflamanız mümkündür.

Türk katolik kilisesi yıkıldı.

Antakya sinagogu.

Dünyanın bilinen en eski Yahudi cemaatlerinden olan Antakya musevi cemaatimiz 2.200 yıldır kesintisiz olarak orada yaşıyor.

14 kişi kalmışlardı.

Sinagog yıkıldı.

Musevi cemaati başkanımız ve eşini kaybettik, cenazelerini İsrail'den gelen kurtarma ekipleri çıkardı, geriye kalan 12 Musevi vatandaşımızın akıbetini henüz net olarak bilmiyoruz.

Yazmaya elim varmıyor ama, 2.200 yıllık tarih sona ermiş olabilir.

Hatay Arkeoloji Müzesi.

Gezerken 19 bin yıl öncesini seyredersiniz, 19 bin yıl.

Dünyanın en büyük mozaik müzesidir.

Dionysos keyifle şarap içer.

Afrodit alımlı alımlı salınır.

Eros okunu fırlatır.

Urartu oradadır.

Asur orada.

Üç bin yıldır toprak altında duran Hitit kralı Suppiluliuma'nın karşısında durursunuz, hayret edercesine açılmış patlak gözlerine bakarsınız.

Büyük İskender bu topraklarda dolaştı.

Sezar bu topraklarda dolaştı.

Bu yüzden siz de o müzede dolaşırken, bastığınız zemini adeta canlıymış gibi hissedersiniz.

Hatay Arkeoloji Müzesi'nin yıkılan bölümleri var.

Hatay meclis binası.

Hatay'ın Türkiye Cumhuriyeti'ne katılma kararının alındığı, tarihimizin en önemli binalarından biri… Yıkıldı.

Antakya çarşısı.

Bütün yüreğimle söyleyebilirim ki, büyük şehirlerde artık neredeyse nostalji haline gelen, o hasret kaldığımız esnaf ahlakı, orada yaşar.

Kimse kimsenin müşterisine göz koymaz.

Kimse kimseyi kolundan çekip, dükkanına sürüklemez.

Kimse kimseyi kazıklamaz.

Özellikle yemek fiyatları, sanırsın İstanbul'un on yıl öncesine aittir… “Fiyatlar niye bu kadar uygun?” diye merak edersin, “yemeği lezzetli yapan fiyatı değildir, biz sizi burada paranızı almak için ağırlamıyoruz, güzel yemek yedirmek için ağırlıyoruz” derler.

Kimi baharatçı, kimi ipekçi, kimi gümüşçü, kimi fırıncı, kimi kasaptır.

Kim Türk, kim Ermeni, kim Musevi, kim alevi, kim sünni, belli değildir.

Ama hepsi namusludur.

Ahlakları tek'tir.

Antakya çarşısı yıkıldı.

Hatay'ı “hoşgörü” şehri olarak nitelendirirler.

Bana sorarsanız, onore etmek için kullanılan bu tanım, yanlıştır.

“Hoşgörü” kelimesi, sözlük karşılığıyla, tahammül etmek, sabırla katlanmak anlamına gelir.

Yani, hoşgörmek için, karşı tarafın hoş görülecek bir suçunun veya kusurunun olması gerekir, sizin de buna sabırla tahammül etmeniz gerekir.

Hatay'da yaşanan kesinlikle bu değildir.

Hatay'da hiç kimse, bir başkasını “öteki” olarak görmez.

Hatay'da hiç kimse, bir başkasını “kusurlu” olarak görmez.

Hatay'da hiç kimse, bir başkasının dinini, mezhebini, tahammül edilmesi gereken bir durum olarak görmez.

Hatay'da hiç kimse, bir başkasının etnik kökenini, sabırla katlanılması gereken bir köken olarak görmez.

Hatay'da herkes herkesi “insan” olarak görür.

Hatay'da hiç kimsenin, tahammül edilecek, sabırla katlanılacak, hoş görülecek bir kusuru yoktur.

Hatay'da herkes, herkesi olduğu gibi yaşar.

Dolayısıyla…

Hatay'ı “hoşgörü şehri” olarak nitelendirmek doğru değildir.

İlla nitelendirmek gerekiyorsa, inançlarımız, etnik kökenlerimiz farklı olabilir ama, ahlak bir tanedir.

Ahlak tektir.

İlla sıfat gerekiyorsa, Hatay ahlaklı bir şehirdir.

Eminim pek çoğunuz için şaşırtıcı olacaktır ama, ben Hatay'da büyüdüm, İzmir Hatay'da…

İzmir'de yüzbinlerce Hataylı var.

Çünkü, Atatürk vizyonu, Hatay şehrimiz henüz Türkiye'ye katılmadan iki yıl önce, 1937 yılında, İzmir'in yeni kurulan en büyük semtlerinden birine Hatay adını verdi.

Hatay henüz bizim değilken, İzmir'de Hatay vardı.

Hatay ismi, biz İzmirliler için Atatürk'ün emanetidir.

Hatay'da olup bitenlere, elbette bütün Türkiye kahroluyoruz ama, biz İzmirlilerin Hatay'a daha duyarlı olmamız ondan.

Ezan

Çan

Hazzan

İnsan

Ezan sustu.

Çan çöktü.

Hazzan göçük altında...